1928 harf devrimi nedenleri ve sonuçları? Devamı yazımızda…
1 Kasım 1928’de “Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” ile birlikte, Arap harfleri terk edilmiş ve Latin harflerine dayanan, 29 harfli yeni bir Türk alfabesi getirilmiştir. 1928 harf devrimi nedenleri ve sonuçları? Devamı yazımızda…
Atatürk Devrimleri arasında en önemlilerinden biri olan Harf Devrimi’nin ilan edilişinin 90. yılı. Cumhuriyet’in kurulması sonrasında başlayan çalışmalar kapsamında Harf Devrimi nasıl ve ne zaman ilan edildi? Harf Devrimi nedir? İşte detaylar…
Harf Devrimi, Türkiye’de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı “Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun”un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Bu yasanın kabulüyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu. Türk alfabesinin içeriği, Latin harflerini yazı sistemlerinde kullanan diğer ülkelerin alfabeleriyle birebir aynı olmayıp Türk dilinin seslerini karşılamaları amacıyla türetilmiş büyük ve küçük harfleri bulundurmaktadır (Ş/ş, ı, İ, ğ). Bunun yanı sıra Türk alfabesindeki harflerin okunuşları Batı dillerindeki harflerin okunuşlarından farklıdır (örneğin Türkçede ce denilerek okunan ‘c’ harfi İngilizcede si denilerek okunmaktadır).
Yazı Devriminin gerekçeleri
Osmanlı yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu yazının Türkçenin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmasıydı. Bu sorundan doğan imlâ kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile daha çok hissedildi. 1870’lerden itibaren Türkçenin standart bir sözlüğünü oluşturma çalışmaları da imlâ konusunu gündeme getirdi.
Latin harflerini benimseme gerekçeleri
Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa’nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesinin kazandığı prestijin temeliydi. 1850-60’lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve bazen kendi aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlâsına göre yazılan bir biçimi de günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Beyoğlu, Selanik, İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılıyordu.
İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki’ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazandı. Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için bu yazının terk edilmesi aynı zamanda Türk ulusal kimliğinin laikleşmesi ve kendi öz benliğini ortaya çıkarması anlamına gelecekti.
19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu’da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçenin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu. 1908-1911’de Latin temelli Arnavut alfabesinin kabulü ve 1922’de Azerbaycan’ın Latin alfabesini kabulü Türkiye’de büyük yankı uyandırdı.
Sovyetler Birliği’ndeki Türk devletleri Latin alfabesini kullanıyordu. Türkiye, Türk dünyası ile yakınlaşmak, ortak bir alfabeyi kullanmak için Latin alfabesine geçti. Fakat daha sonra SSCB, Stalin döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği’ne bağlı Türk cumhuriyetleri arasındaki bağı koparmak için Türk devletlerini Kiril alfabesine geçirtmiştir. 1991’de SSCB’nin dağılması üzerine Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan olmak üzere 5 bağımsız Türk devleti kuruldu. Bunlar arasından Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan tekrar Latin alfabesine geçerken Kazakistan ve Kırgızistan ile Rusya’ya bağlı Başkurtistan, Çuvaşistan, Tataristan, Tuva gibi Türk cumhuriyetleri Kiril alfabesini kullanmaya devam etti. Özetle, Türkiye’de yapılan harf devrimi, diğer Türk cumhuriyetlerine yakınlaşmayı, Türk dillerine uyumlu bir yazı sistemi oluşturulup ortak bir alfabe kullanılmasını amaçlamıştır.[4]
Arap alfabesinin Türkçeyi tam olarak ifade edememesi. Arap alfabesinde bulunan Vav (و) harfi V, O, Ö, U, Ü; Ye (ﻱ) harfi Y, I, İ; Kef (كـ) harfi ise K, G, N, nadiren de Y sesini verebilmektedir. Bu durum karışıklık çıkarmaktaydı.
İlk reform önerileri
Latin alfabesinin Türkçeye uyarlanması görüşü ilk kez 1860’lı yıllarda Azerbaycanlı Feth Ali Ahundzade tarafından ortaya atıldı. Ahundzade ayrıca Kiril alfabesi kökenli bir de alfabe hazırlamıştı.
1908-1911 döneminde Latin esaslı yeni Arnavut alfabesinin benimsenmesi, Türk aydınları arasında da yoğun tartışmalara neden oldu. 1911’de Elbasan’da hocaların Latin harflerinin şeriata aykırı olduğuna dair fetvasına karşı sert bir polemiğe giren Hüseyin Cahit, Latin esaslı Arnavut alfabesini savunmakla yetinmeyip Türklerin de aynısını uygulamalarını önerdi.[6] 1911’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Arnavut kolu Latin esaslı alfabeyi kabul etti.
1914 yılında Kılıçzade Hakkı’nın yayınladığı Hürriyet-i Fikriye adlı dergide çıkan beş imzasız makale, Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmalarını öneriyor ve bu değişikliğin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu. Ancak dergi bu makaleler nedeniyle İttihat ve Terakki iktidarı tarafından yasaklandı.
1911 yılında Manastır-Bitola’da Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete yayınlandı. Zekeriya Sami Efendi’nin neşrettiği, adı Eças olup Fransızca imlâ ile ‘esas’ diye okunan ve cumartesi günleri yayınlanan bu gazetenin ancak birkaç sayısı günümüze ulaşmıştır.
Atatürk ve Harf Reformu
Mustafa Kemal de bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye’deyken ilgilenmeye başladı. 1922 yılında Atatürk Halide Edib Adıvar’la yine bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.
Eylül 1922’de Hüseyin Cahit’in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk’e sorduğu “Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?” sorusuna, Atatürk “Henüz zamanı değil” yanıtını vermişti. 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından “İslam’ın bütünlüğüne zarar vereceği” gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.
28 Mayıs 1928’de TBMM, 1 Haziran’dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu.
Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre Atatürk “bu ya üç ayda olur ya da hiç olmaz” diyerek zaman kaybedilmemesini istedi.[11] Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928’de Atatürk, harfleri Cumhuriyet Halk Partisi’nin Gülhane’deki galasına katılanlara tanıttı.[12] 11 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos’ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerileriyle, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan kısa çizginin atılması ve düzeltme işaretinin eklenmesi gibi değişiklikler yapıldı.
8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi.
Osmanlı alfabesini öğretmek için kullanılan bir kitap ile 1930’larda Türk alfabesini öğretmek için kullanılan bir kitap, Cumhuriyet Müzesi
HARF DEVRİMİ’NİN SONUÇLARI
Harf Devrimi sonucunda okuma-yazma oranlarında ciddi artışlar olmuştur. Kimi kaynaklarda %2,5 kimi kaynaklarda ise daha düşük olan okuryazarlık oranı Harf Devrimi’nin ardından 1935 yılında %20,4’e ulaşmıştır.
Tarihçi Yazar Sinan Meydan, “Bir Gecede Cahil Kaldık” yalanına yanıt verirken Harf Devrimi’nin sonuçlarını şöyle anlatmıştır.
Sonuç olarak:
1. Türkçenin Türkçeliğini bitiren Osmanlı Devleti’nin dönme-devşirme politikası çerçevesinde Türkleri merkezden dışlamasına paralel Türkçeyi de dışlamış olmasıdır. Örneğin medreselerde bile Türkçe yasaktır. Türkçe Osmanlı döneminde sadece halk arsında yaşamış ve her geçen gün daha da fakirleşmiştir.
2. Osmanlı devleti, Türkçeyi Türkçenin yapısına hiç uymayan Arap alfabesiyle yazma garabetini göstermiş, bu nedenle Türk çocukları bir türlü okuma yazma öğrenememişlerdir. Cahil kalmışlardır. Hep dönme devşirmeler aydınlanmıştır. Sonunda devlet de dönme devşirmelere kalmıştır zaten.
3. Osmanlı devleti döneminde Türkçe dışlanmış, Türkçenin içine Arapça ve Farsça boca edilmiş, Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için “Osmanlıca” denilen Arapça-Farsça-Türkçe karışımı “yapay bir dil” icat edilmiştir. Bugün “bizim dilimiz” diye yobazın sahip çıktığı şey işte bu “uyduruk dildir”. Gerçekte bu bizim dilimiz Türkçenin yerine icat edilmiş bir “ucube” dildir. Bu süreçte Türkçesi olan bazı sözcükler bile dilden atılıp yerine Arapçaları kullanılmıştır. Örneğin et ve ekmem sözcükleri kullanılmayarak bu sözcüklerin yerine Arapça ve Farsça karşılıkları kullanılmıştır.
3. Atatürk, dil devrimi ile Osmanlı devleti döneminde dışlanıp ihmal edildiği için unutulmaya yüz tutmuş Türkçeyi kurtarmıştır. Unutulmuş Türkçe sözcükleri derletip toplatıp kitaplaştırmış, yeni sözcükler türettirmiş, hatta kendisi de 100’e yakın Türkçe sözcük türetmiştir ki bu sözcüklerin tamamı bugün dilimize yerleşmiştir ve kullanılmaktadır.
4. Atatürk yazı devrimi (alfabe devrimi) ile Türkçenin yapısına hiç uymayan Arap alfabesi yerine Türkçenin yapısına uygun Göktürk-Etrüsk-Latin kökenli “yeni Türk alfabesini” kabul etmiştir. Nitekim Latin alfabesindeki 14 harf aslen ön Türk kökenlidir. bu alfabe değişikliği sayesinde Türk çocuğu genetiğine uygun bu alfabe ile güzel Türkçesini çok kolay bir şekilde öğrenmiştir. böylece okuma yazma oranı bir anda patlama göstermiştir.
5. Osmanlı Devleti’nde okuma-yazma oranı kadınlarda binde 4, erkeklerde yüzde 7’dir. Harf devriminden sonra 1928–1938 arasındaki 15 yıl içinde okuma yazma oranı toplamda yüzde 20’ye çıkmıştır. Osmanlı döneminde cahil bırakılan Türk insanı cehaleti yenmeye başlamıştır.